Hakan Ali Toker Röportajı - 1. Bölüm


Küçük yaşta eğitiminize çello ile başlayıp ertesi yıl piyano bölümüne geçmeye karar vermişsiniz. Kimin kararıydı?
Ben işin ta başında, konservatuvara başvururken piyano bölümünü istiyordum. Önceden özel ders almışlığım vardı, sıfırdan başlamayacaktım. Piyano, hâlihazırda benim için tutkulu bir ifade aracı haline gelmişti. Piyano bulursam piyanoyla, org bulursam -ki daha çok onu buluyordum- orgla insanları eğlendiriyor, yalnız kaldığımda da sürekli doğaçlamalar, besteler yapıyordum. Mamafih, konservatuvarın giriş sınavını kazandığım halde, piyano bölümüne başlamak için yaşım büyük bulundu. 12 yaşından gün almış adayları piyano bölümüne almıyorlardı. Ben de kelimenin tam anlamıyla, 12 yaşımdan birkaç gün almıştım, o sınava girdiğimde! Başka bir enstrüman seçmem söylendi. Piyanodan başka tercihim yoktu. On an "yaylı bir saz olsun" dedim ve benim için çelloyu seçtiler. Bir yıl boyunca zoraki çalıştım bu enstrümanı. Tüm zamanımı yine piyanoya verdim! Neyse ki anlayışlı bir hocaya denk gelmiştim: çello öğretmenim Sevil Gökdağ ailemle konuştu, "bu çocuk yolunu çizmiş" dedi ve piyano bölümüne sınavla girebileceğim başka bir okul arayışına yöneltti. Böylece sınavla Bilkent'e geçtim, orta 2'den itibaren.


Piyanist olmaya ne zaman karar verdiniz?
Sanırım 11 ya da 12 yaşımda.


1996 yılında okula ara verip sizi İzlanda’ya götüren nelerdi?
O yıllarda piyano tekniğimin temelleri yeterince sağlam değildi. Piyanodan önce elektronik org çalmıştım. Aynısını yapan pek çok meslektaşımız vardır, bilirler; orgdan piyanoya geçerken bir adaptasyon süreci yaşanır. Özellikle, piyanonun daha ağır olan tuşesiyle başa çıkabilmek için, org için gerekenlerden daha başka kas ve ağırlık yönetimi becerileri kazanmak gerekir. Bu beceriler gelişmeyince de, piyano repertuarı zorlaştıkça öğrencinin kollarında, bileklerinde kasılma eğilimi baş gösterir. Ben de tam bu sorunu yaşıyordum! 1996'ya kadarki piyano hocalarım arasında -ki ben epeyce hoca değiştirmişimdir- bana bu konuda yardım edebilecek kişi kâh yoktu, kah vardı da ben hazır değildim yardım almaya. 1996'da kendimi hazır hissettim. Bilkent'teki öğrenimimi yarıda kesip İzlanda'ya gittim, çünkü kasılma problemlerime çözüm bulacak olan hoca oradaydı: Anna Malfridur Sigurdadottir. Kendisi yıllar önce Türkiye'de bir süreliğine çalışırken geçici bir süre hocam olmuştu, bana yardım etmeye çalışmıştı, ama dedim ya, ben hazır değildim! Neyse ki, bu sayede onu tanımış oldum ve yıllar sonra onun yardımıyla piyano tekniğimi sil baştan kurmak için bir yıllığına yanına gittim.





Daha sonra Amerika’da Indiana Üniversitesine kabul edildiniz ve 9 sene orada yaşadınız. Oradaki müzik hayatını ve sizin üzerinizdeki etkisini biraz anlatabilir misiniz?
Indiana University
 Evet, İzlanda'dan sonra Türkiye'ye dönmek istemedim. Yıllardır içimde taşıdığım, yurt dışında, bilhassa Batı dünyasında yaşama hayalimi gerçekleştirmeye koyuldum. O 9 yılın ilk üçü okumakla geçti. 2000 yılında mezun olduktan sonra Bloomington/Indiana'da 6 yıl daha kalıp çalıştım. Bu süre içinde müzisyen olarak pek çok kola ayrıldım. Oradaki ortam bunun için çok müsaitti! Her çeşit müziğin arz-talep dengesinde belli bir yer bulduğu, genel olarak sanatın ve yaratıcı düşüncenin/faaliyetin rahatça yeşerdiği bir yerdi Bloomington. Civarı ormanlarla ve tarlalarla çevrili olduğu için, Indiana'nın ortasında bir "kültür-sanat vahası" olarak anılırdı. Okuldayken Indiana Üniversitesi Yeni Müzik Topluluğu'yla çaldım; böylelikle çağdaş Batı klasik müziğinin oldukça ileri örnekleriyle haşır neşir oldum. Okul biter bitmez korrepetitör (eşlikçi) olarak çalışmaya başladım -serbest, kuruma bağlı değil. Her çeşit sese ve çalgıya eşlik ettim, sınavlarda, konserlerde, yarışmalarda. Bu bağlamda Klasik Batı müziği faaliyetlerim kesintisiz sürerken, İran/Azeri müzikleri ağırlıklı olmak üzere Orta Asya müzikleri yapan Silk Road (İpek Yolu) adlı bir gruba çağrılmaya başladım, konserlerinde piyanist lazım oldukça. Derken, Orta Doğu müzikleri (Türk, Arap, Yunan, İsrail) yapan bir grubun kemancısına aşık oldum ve o gruba girdim: Salaam.

Salaam'a girebilmek için bir otantik Orta Doğu çalgısı çalmam gerekiyordu, ben de kanun çalmayı öğrendim. Aynı sıralarda Orquesta Son adlı bir grup, Latin/salsa müzikleri icrası için piyanist arıyordu, onlara da katıldım. Bu üç grupla Amerika'da bolca konser yaptık, festivallere katıldık, epeyce de eğitim faaliyetine katıldık: çeşitli etnik müzikleri Amerikan okullarında -ilkokuldan üniversiteye kadar- tanıtıcı konserler, sempozyumlar, seminerler, atölye çalışmaları... Bir grubum daha vardı, o da, Avant-garde, underground doğaçsal fırlamalıkların grubu: Qwertyt! Çılgın kafadarlar bir araya gelip kurmuştuk. Müzik anarşistleri gibiydik: gecenin 2 buçuğunda türlü kostümler içinde sokakta müzik yapmışlığımız var! Grupta yeni icad edilmiş, eski bir yatağın yaylarından bozma bir çalgı bile vardı! Bundan başka, her fırsatta, çeşit çeşit müzisyenle beraber konserler verdik. Azerbaycan'dan gelen kabak kemane virtüözü Munis Şerifov'la ikili resitallerimiz bilhassa unutulmazdı. Çek şair Bronia Volkova'nın şiirlerini okurken, kendi yaptığı kolajlarının slayt görüntülerini beyaz perdeye ve beyaz giymiş dansçılara yansıtırken onlara piyanoyla eşlik ettim. Bir Afgan şarkıcıyla albüm çalışması sırasında akordeon çalmayı öğrendim. Hem taşınabilir, hem kendi kendine eşlik edebilen, hem de her iklime, her hava koşuluna adapte olabilen bu cici çalgıyı çok sevdim ve onu götürebildiğim her yere götürdüm, çalabildiğim her yerde çaldım: sokakta, arabada, dağda, çölde, şelale önünde, ağaç tepesinde ve tabii konserlerde! Solo piyano resitalleri de vermeyi sürdürdüm. Klasik Batı müziğinde doğaçlama içerikli resitaller verdim. Sessiz film gösterimlerine piyanoyla doğaçlama eşlik ettim.
Bütün bunların üzerimdeki etkisi: zengin oldum! Repertuvar, stil bilgisi, anı ve dost zengini! Tabii, o ortamla ilk tanışmamın etkisi çok özel ve olumlu bir şoktu: tüm dünya Amerikan kültürü ve Amerikan müziği etkisi altındayken, Amerika'da dünyanın geri kalan kültürlerine meraklı insanlar olduğunu keşfetmiştim! Amerika'ya, Türkiye'ye, Batı'ya, Doğu'ya bakışım değişti. Ufkum genişledi.




Üniversitede caz, elektronik müzik dersleri alıp sonrasında da doğaçlama, Türk Müziği üzerine kendinizi geliştirmişsiniz. Günümüzde klasik müzik eğitimi veren okulların ve müzisyenlerin genelde rağbet göstermediği alanlar bunlar. Batı Müziği eğitiminizi farklı tarzlarla sentezleme fikri ne zaman oluşmaya başladı?
Yukarıda belirttiğim gibi, ben konservatuara girmeden önce müzikle haşır neşir olmaya başlamıştım. Bu, Türk müziğini içeren bir uğraştı. 10-11 yaş civarından itibaren, evde, misafirlikte, dışarıda, içki sofrasında Türk sanat müziği söylendi mi -bilhassa babam, çok güzel sesi vardır- ben eşlik ederdim -tabii eşlik edecek bir klavyeli çalgı bulursam- ve bundan büyük keyif alırdım, çünkü insanların da keyif aldığını görürdüm. Yani, bu tarz müzik, benim doğal ortamımın, yaşantımın bir parçasıydı. En önemlisi, beni müziğe bağlayan şeylerin başında, müzikle insanlara bu zevki yaşatabiliyor olmak gelir. Türk müziği, her ne kadar, okulumun kapsadığı bir şey olmasa da; okulda öğrendiklerimi -yani Batının piyano tekniğini, besteleme tekniklerini vs- Türk müziği çalarken de kullanmak, yapılacak en doğal şeydi benim için. Fikir olarak doğmadı, otomatikman, kendiliğinden oldu! Çünkü müzik ayrımı yapmadım hiç bir zaman. İlgimi çeken ne varsa çalmaya çalıştım. Piyano çalışırken de sıkıldıkça daldan dala atlarsanız, ister istemez bir süre sonra hatları karıştırma oyununu oynuyorsunuz: "şu Chopin Mazurka'yı bir de aksak usulünde çalsam matrak olmaz mı?" ya da "Şu saz semaisinin altına Rahmaninov'un da sık kullandığı şu akorları döşesem nasıl olur acaba?" Tabii, Amerika'da daha başka müzik türlerine de el atınca, onları da bu sentezleme oyununa dahil etmem kaçınılmazdı. Doğal yaratma süreci de budur zaten: Chopin de, ana vatanı Polonya'da işitip gördüklerini, sonradan yerleştiği Paris'te işittikleriyle sentezleyerek orijinaliteye ulaştı.



Müzik okullarını ve konservatuvarları bu konuda nasıl değerlendirirsiniz? Herhangi bir kurumda çalışmamanızı buna bağlayabilir miyiz?
Müzik okulları, sanat okullarıdır, açık fikirli olmaları gerekir. Evet, maalesef, pek çokları tutucular. Elbette bir branşta uzmanlaşabilmek için odaklanmak gerekir; onun için okulun öğrenciyi dağıtmaması gerekir, toparlaması gerekir. Lakin, bu öğrencinin dünyaya at gözlükleriyle bakmaması için de, ana branşın temel gerekleri sağlandıktan sonra, yan dallarla gözü açılmalı, ufku genişletilmelidir. Okulun buna açık olması ve imkan sağlaması gerekir. Örneğin, Indiana Üniversitesi, bu konuda çok tuttuğum bir okuldur, hem müzik fakültesiyle, hem de diğer bölümleriyle. Caz ve elektronik müzik, benim seçmeli derslerimdi. 

Benim neden bir kurumda çalışmadığıma gelince: bu benim için bir ilgi alanı değil. Ben sahne adamıyım. Dersliklerden çok sahneleri seviyorum ve olan zamanımı, enerjimi buna vermeyi seçiyorum. Öğrenmeyi ve öğretmeyi de seviyorum elbette, ama bunu kendi kurallarımla, kendi ortamımda yapmayı tercih ediyorum. Mesela, ödül/ceza sistemiyle ders vermek istemiyorum. Ben, öğrencilerimi, bu işten zevk almaya yönelik motive etmeye çalışırım. Zevk alırsa kafası daha iyi çalışır, daha çabuk algılar, öğrenir, uygular. Zevk için yapılan çalışma, not için yapılan çalışmadan daha verimlidir.


Tanburi Cemil Bey
Müziğinizi neler etkiler?
Her şey. İnsanlar ve duygular; yani, hayatımdaki insanların ve olayların hissettirdikleri. Müzik yoluyla yaratmak söz konusu olduğunda, bunu, duygularımı dile getirmek için yaparım. Bestelerimi genelde en duygusal anlarımda yaparım: aşıkken.


Kendinizi yakın hissettiğiniz besteci ve yorumcular kimlerdir?
Günüme göre değişir. Herhalde en çok Liszt, Rahmaninov, Johann Strauss, Tanburi Cemil Bey, Refik Fersan, Fats Waller, Gershwhin, Monk...


Sizi ne motive eder?

Dinleyici. Dinleyecek birileri varsa, onlarla iletişim kurmak için çalışırım. Bunu başardığım ölçüde müziğimin amacına ulaştığını düşünürüm. Bu dinleyici, bazen bir kişi olur -serenat yapılacak birisi, mesela-, bazen de bir kitle. O kişi veya o kitlenin üzerinde bırakabileceğim etkiyi hayal etmek beni motive eder ve neşeyle çalışmaya koyulurum! Dinleyici olmayınca günlerce müzik yapmadığım olur.


Sahneye çıkmadan önce neler yaparsınız veya yapmazsınız? Rutininiz var mı?
Dönem dönem ufak rutinlerim oldu, ama artık yok. Sahneye çıkmadan önce bir başka sanatçının konserini dinliyor olabilirim, valiz taşıyor olabilirim, geziyor olabilirim, spor yapıyor veya içki içiyor olabilirim; kısacası her şeyi yapabilirim... Tabii, çalacağım etkinliğin ve programın özelliklerine göre değişmek kaydıyla. Son dakikada hazırlandığım, solo çalacağım yeni ve ağır bir programsa -ki, huyumdur, sık yaparım-, konser günü son ana kadar piyano çalışıyorumdur. Beni hiç yormayacak bir programsa, son dakikaya kadar alakasız şeylerle uğraştığım da olur. 


Yorumlar